- Bazen sen de istemiyor musun birinin gelip seni çözmesini ve -mış gibi
yapmak zorunda kalmamayı, dedi
kadın...
- Yok ben almayayım, dedi adam.
- “Senin buraya gelmenin sebebi sadece bizim ‘gel’ dememiz
değil, ayrıca onların sana ‘git’ demeleri. hiç kimseye ‘kötüdür’ deme. Aslında
onlar, bilmeden iyilik eden insanlardır.” Galiba var her şeyin bir sebebi, bunca insan
yanılıyor olamaz.
- Elbette ki her his bir işe yarar; kimi onarır sökük diker,
iğne acıtacak gibi gözükse de geçer, geçince yama olur, kabuk tutar, zorlamazsan
bir daha da kanamaz...
- Ben yaraları oldum olası sevmişimdir, yamayla da
üstünü kapamam! Bakıp bakıp bugüne şükretmek
için varlar onlar.
- Ben de severim.
- Başkalarından gizliyorsun ama.
- Öyle... Yaranın hikayesi güzel, kabuğu değil çünkü.
- Yenilmez olmak, dimdik ayakta durmak lazım belki, evet, ama ara sıra süngüsünü
indirebilmeli insan. İndirsin ki biri
gelip yaralara üfleyebilsin. Yani diyorum ki ,birilerini almazsan içeri o
kabuklar da iyileşmez.
- Toz bulutu olunca etraf, gözler kısık... Kimin geldiği bilinmeden savrulur süngü ve kalkan tam siper gövdeye...
- Hep toz bulutuysa etraf hiç dinmeyen bir çöl fırtınası ise bu, zamanla ortama ayak uydurabilir insan.
İnsan ki her duruma alışır ve dönüşür...
Toz bulutunun ardını görmek an meselesi belki, belki gözlerini kapadığın
için gelenin kim olduğunu bilmiyorsun...
Düşünsene, ya burnunun ucundaysa tam da istediğin hayat... Ama sen kapattığın için gözlerini
göremiyorsan, bir elinde kalkan, bir elinde süngü var diye tutup alamıyorsan istediğin hayatı, yazık
olmaz mı?
- Biri fırtına dindi demeli, ben nefes almalıyım, belki o an,
uzun bir aradan sonra rutin günlerin rutin sıfatına
aykırı, kırık dökük, tamir etmeye çalışmadan öylece ve hızla bırakıp savaşı bir
çölden vahaya inmek gerekli. Hem olmaz mı yazık, göz kapalıyken bile der dil
yazık olur, hadi aç gözleri diye.
- E o zaman kendini üzmeye ne gerek var ki? İstediğin hayatı sorular sorarak bulamazsın yaşaman gerek!
- Şimdiki sıfatlarımla, ki ne çok oldular eskiye göre, yaşıyorum diyorum. Zaten öyle az ki sorularım, zaten her cevabı bizzat ben yaşadım. Çünkü
ne sorarsan kendine tek bileni de sensin. Bu durum adını üzmek olarak almıyor artık
bende. Şükürden sabra bir tahta köprü, derdim geçenlerin konforu... Bir kahkaha
eksiktir hep, koca koca tebessümleri dikip birbirine onu da yapıyorum çok lazım
olunca...
- Kahkaha, ki benim en güçlü
silahım, hiç eksikliğini
hissetmedim. Elbet tahta köprülerim var benim de, ama geçenlerin konforunu
düşünmeyecek kadar bana aitler... Soruların o kadar azını yaşadım ki,
baktım ömrüm yetmeyecek soru sormayı da bıraktım. Kafamda
net her şey aslında ama pratikte iyi değilim. Verilecek tüm akılları ben otuz kere okudum, hatmettim zaten.
Başka kafalar başka akıllar bozuyor
düzeni... Onları umursamamayı öğrenince sanırım huzura kavuşacağım.
- Çizip resmetmeli her cevabı, sonra şablon şablon kaydetmeli zihne, her tıkandığında gözün önüne gelmeli. kolaydan
basit olmalı, zordan karmaşık görünmeli, kimseyi dinlemeden evde küçük kâğıda alınmış
notlar sırasıyla... Hızla adımlayıp geçmeli ayak bileğini ıslatmayan, sığ, ama koyuluğundan derin sanılan kuytu
köşeleri umursamamak zor olsa da umursanmadığını hissettirmek savuşturur
kendini kelebek sanıp ateşe üşüşen bazı kanatlıları... Huzur ise üstüne bastıklarında
değil başının üstüne koyup taşıdıklarındadır. Karıştıysa yerleri, bazen kendini ters
düz etmeli...
Usulca doğruldu kadın
yüzünde muzır bir ifadeyle kafasını
yataktan aşağı sallandırdı.
Tersten bakıyordu şimdi odaya...
-Tıpkı böyle, dedi
adam gülümseyerek...
Çabuk öğreniyordu kadın...