9 Mayıs 2012 Çarşamba

Vedaları hiç sevmem...


26.03.2012 tarihli veda mailinden...

"Fi tarihinde başladığım görevimden şu  tarihte ayrılıyorum." diye başlayan klasik bir veda maili yazıp kolaya kaçmayı düşündüm aslında. Farklı olmayı, akıllarda kalmayı da istiyorum ama gelin görün ki ayrılık edebiyatı bana göre değil. İki kuruşluk hüzünle duygularınızı sömürmek yerine veda maili prosedürünü biraz değiştireceğim sanırım.



Evet, 1 Temmuz 2008’de başladı serüven. Yaklaşık 4 yıl önce, unutmaya çalışsam da arkadaşlarımın - sağ olsunlar - sürekli hatırlattığı ilk günümü; yanlış departmanda başlayan ilk dakikaların ardından doğru departmana yönlendirilmek,  3m²'lik bir girintide yer alan masama yerleşmek, yaz aylarında yemekhanede  cam tavanın altında oturulmayacağını tecrübe etmek, Karaköy’deki müze tadındaki bankaya yürüyerek gitme gafletinde bulunmak şeklinde özetleyebiliriz. İlk günler denize, boğaza bakarak, partiden partiye koşarak (o dönem bir parti furyası vardı şansımıza)  geçti. Sonraki günlerde kazın ayağının öyle olmadığı anlaşıldı tabi. Tam zamanında yetiştirilmesi gereken raporlar, kişisel gelişimime ve sabrıma  büyük katkı sağlayan  Katar dosyaları, tüm teklifleri acil olan acenteler, onay bekleyen bölgeler, sonra birden bire zorunlu hale gelen mesailer, çok severek (!) uğraştığım sistem tanımlamaları/hataları, son günlerimde beni yalnız bırakmayan Ukrayna operasyonları, tahsilatı illa ki problemli olan grup şirketleri ve daha niceleri. Arka arkaya sıralayınca vahim gözüküyor durum, değil mi? Ama öyle değil işte! Bu sıraladığım problemler her şirkette yaşanabilir türden şeylerdi. Buranın güzelliği, tüm sıkıntıları, öğle yemeği arasında bol kahkahalı muhabbetler ile ya da mesai sonrası birer içki eşliğinde savuşturabiliyor olmamızda saklıydı.


Tarih 26 Mart 2012… Ben gidiyorum, yeni gelin gibi hem ağlarım hem giderim hesabı:) “Beni unutmayın” demeyeceğim. Kendimi biliyorum çünkü, unutmamanız için elimden geleni ardıma koymayacağıma eminim.


Hadi Şimdilik Hoşçakalın …

3 Mayıs 2012 Perşembe

Isaac Newton

"Kimbilir, belki de Newton, o ağacın altında, uçabilmeyi hayal ediyordu ve o lanet elma ile birlikte tüm hayalleri de suya düştü!"


Düşünsenize, kendisi ve birden başka hiçbir sayıyla ilişkisi olmayan asal ve kendini beğenmiş bir  17. yüzyıl... Doğduğunuz andan itibaren  kimsenin  yaşayacağınıza dair ümidi yok, sizden başka kimse inanmıyor, 84 yıl yaşayıp, öleceğinizi düşünen herkesi gömeceğinize.  Bir sağa bir sola savrularak büyüyüp serpiliyorsunuz. Sizi dünyaya getiren kişinin anca aklına geliyorsunuz, çok şükür ve Kral'ın Okul'una gidiyorsunuz üvey babadan kalan miras sayesinde... Okul bitince hala içinizdeki cevheri, gözünüzdeki feri göremediklerinden çiftçi olmanız salık veriliyor. Ses etmiyorsunuz çünkü yaşamanıza ihtimal vermeyen kişilere kendinizi ispatlamak için zaten 19 sene yaşamışsınız, daha ne yapacaksınız ki. Çiftçilik de pek fena sayılmaz, gökyüzünü incelemek kitaplar hatmetmek ve kendinizce notlar almak için tonlarca vaktiniz var. Ama yine yaranamıyorsunuz, çiftlik işlerini aksattığınız için size zaten hayatınızın en başından beri güvenmeyenler, bari üniversiteye git belki orda ölürsün diyor ve gönderiyorlar.

Hah işte, zurnanın zırt dediği kısıma geliyorsunuz sonunda, üniversiteler aslında ne için var öğreniyorsunuz. Evet, aşık oluyorsunuz, üniversite ile aşk hormonunun arasında bağ sizi içine alıveriyor hemen. Sizin gibi üveyliği tatmış biri olan Miss Storey'e aşık oluyorsunuz hatta nişanlanmayı başarıyorsunuz kendisiyle. Ama çoğu için gündelik bir aktivite olan aşık olmak size hiç yaramıyor. Sizden beklenen hiçbirşeyi  - ölmeyi, çiftçiliği, aşık olmayı - sonuçlandırmayı beceremediğiniz gibi evlenmeyi de beceremiyorsunuz. Okuldaki dersleriniz çok yoğun olduğu için beklediği ilgiyi göremeyen Miss Storey, her bayanın düşebileceği hataya düşüyor ve sizi üniversite ve kendisi arasında bir seçime zorluyor. Aşıksınız ya, Miss Storey'i seçiveriyorsunuz hiç düşünmeden. Sonrasında, zaten pek parlak olmadığınız için hevesinizin kaçması an meselesi olan Cambridge yıllarını Miss Storey için yakmayı bile aklınızdan geçiriyorsunuz. Ama "yani, olmuyor, olmuyor istesende ..."  melodisi eşliğinde Miss Storey'e yetemedğinizi farkediyorsunuz ve bir gün bir bakıyorsunuz güzeller güzeli Miss Storey en şımarık ifadesini takınıp geçiyor önünüzden. Kolunun uzandığı yerde bir başka adam gerçeği ile karşılaşıyorsunuz. Kimileri için korkunç sayılabilecek bu olayı avantaja çeviriyorsunuz ve hayatınızın sonuna kadar tercihlerinizi gözden geçirmeyi, en emin olduğunuz şeylerden bile hep şüphe etmeyi öğreniyorsunuz. Bir bilimadamı için biçilmiş kaftan denebilecek tüm özellikler de bunlar değil mi zaten.

Sonuç olarak,  hayat hiç istediğiniz gibi gitmiyor, yüzyılın trendi vebadan kaçmak için çiftliğe dönüyorsunuz, sıkıntıdan kendinizi sayılara, formüllere vermişsiniz ama onlarda içinizdeki boşluğu doldurmuyor bir türlü. Siz hala Miss Storey'i düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz. Bir gün yine efkarlanmışsınız gidip bir ağacın altına oturuyorsunuz, hava da güzel... Gökyüzüne bakıp hülyalara dalıyorsunuz. Tam o sırada bir kuş çarpıyor gözünüze. Uçuşunu kıskanıyorsunuz, keşke sizde uçabilseniz ve konabilseniz sevdiğiniz kadının yanına ve "hadi gel, her şeyi baştan deneyelim" diyebilseniz. Uçmak fikri çok hoşunuza gidiyor ve dertlerinizin bir kısmını bir kuşun kanadına yükleyip hafifliyorsunuz ki, kelimenin tam anlamıyla, olanlar oluyor. Lanet bir elma - ki kendisi Adem ile Havva'yı cennetten kovduracak kadar sinsi, şerefsiz bişeydir - dalından kopuyor ve ne hikmetse sağa, sola yukarı gitmek yerine hülyalarla dolu kafanıza düşüyor...

Bundan sonrasını Sevgili Isaac şöyle anlatıyor :  "Düşüncelere dalmış bir şekilde otururken, bir elmanın düşmesi vesile olmuştu. Kendi kendine, bu elma neden her seferinde dik bir şekilde yere inmek zorunda, diye düşünmüştüm...” bla bla bla... Yeme bizi Isaac!!! Yok efendim,  neden her sefer dik düşüyormuş da neden sağa-sola gitmek yerine yerin merkezine yöneliyormuşmuş da... Hala köpek gibi sevdiğim kadınının yanına uçmak gibi saçma sapan hayaller kuruyordum diyemiyor ya, kıvırıyor! Aslında, azcık empati yaparsak, en büyük korkumuz yadırganmak ve eleştirilmek olsa biz de kalkıp "Tam da uçmayı hayal ediyordum, hayallerimi yıktı, nerden çıktı bu  kancık elma yaaa!" demek yerine "Yerçekimini buldum, oley!"  derdik herhalde.

Kimbilir...